BAZI SÖZLER İRİTE EDER

Sizce de doğru mu, bazı sözlerin irite ettiği?

“Geçmişi geride bırakabilir ve herkesi affedebilirsin” desem mesela😊

Kendi adıma bu “affetme” lafına uzunca bir süre ısınamadığımı söyleyebilirim. Bana bir sürü şey yapmış, haksızlık etmiş, kalbimi kırmış insanları nasıl affedebilirdim ki? Bence affedilmesi mümkün olmayan durumlar vardı ve hatta “affettim” diyenler de yalan söylüyordu.

Kendimle ilgili çalışırken bir noktadan sonra bir şey keşfettim. İnsanların affetmek dedikleri kavramla benim anladığım affetmek farklıydı.

Bence affetmek, olumsuz hiçbir şey olmamış gibi, ilişkiye sorun olmadığı dönemdeki şekliyle devam etmekti. Yaşananları silmekti adeta. Bazı olaylarda bu mümkündü tabii ki. Arkadaşınla tartıştın, sonra karşılıklı konuştun özürler dilendi, kalpler yumuşadı ve affedildi, olanlar unutuldu. Bu kafamdaki mümkün affetme kalıbıydı.

Ama bu kadar basit olmayan konular da vardı. Mesela, küçük yaşta annesi ya da babası tarafından terk edilmiş bir çocuk onları nasıl affedebilirdi? Yıllar sonra hiçbir şey olmamış gibi bir sıcaklıkla bu ilişkiye devam edilemezdi ki.

İki affetme kavramının farkını anladım demiştim ya, bunun nasıl olduğundan başlayayım.

“Affetmek, o kişiyle ilişkiye tekrar başlamayı gerektirmez, istersen bir daha onu hayatına hiç almayabilirsin” lafını ilk duyduğumda algıladım bu farkı. Çünkü bu öyle bir sözdü ki, affetmek ve bir daha görüşmemek bir aradaydı. Affettiysem neden görüşmeyeyim ki? Affetmek, ortada sorun kalmadı demek değil miydi? Ya da affettim demek karşılıklı sarılmak değil miydi? Değilmiş…

Neymiş peki?
Bir örnekle anlatmaya çalışayım.

Fırında bir şey pişirdin ve fırından çıkarttığın sıcak kabı yanlışlıkla elinle tuttun (bunu bir ben yapmıyorumdur herhalde 😊) ve elin yandı. Canın acıyor. Öncelikle yapılan ilk hareket ne olur? Elini sıcak kaptan ayırmak, yani ondan uzaklaşmak. Bunu refleks olarak yaparsın, bazen kap kırılır, bazen içindekiler dökülür hatta. Elinden atarsın çünkü.

Yani canımızı yakan şeye karşı ilk tepkimiz o acıyı bitirmek ya da yarayı daha derin hale getirmemek için acı veren şeyden uzaklaşmaktır. Gayet insani ve kendini koruma amaçlı bir tepkidir.

Elimiz yerine kalbimiz acıdığında da bu olur. Öncelikle uzaklaşmak isteriz. Ve bu çok yerinde bir tepkidir. Çünkü fiziksel bedenimiz gibi, duygusal bedenimizi de korumak isteriz.

Yanan elimiz, yani fizik bedense bir süre sonra iyileşmeye başlar, beden kendini onarır, iyileştirir. Sağlıklı ilerleyişte beklenen budur.

Duygusal tarafta da olayın aynı fizikselde olduğu gibi ilerlemesi ideal olandır. İşte AFFETMEK denen kavram bu noktada ortaya çıkar. Çekilen acıya takılı kalmamak, “ah şu sıcak kap da bana neler çektirdi, amma canımı yaktı, ben bunu hak etmiş miydim, sadece yemek pişiriyordum” demek yerine “canım acıdı, ama geçti” diyebilmek bu duygusal yarayı onarmak anlamına gelir.  Fiziksel bedenin kendini onarması gibi, duygusal yaranın da iyileştirilmesidir affetmek denilen.

Elimiz yandı diye fırın kullanmayı bırakmıyoruz hiçbirimiz. Fırını evden atmıyoruz, düşman da ilan etmiyoruz. Sadece daha dikkatli olmaya başlıyoruz sonrasında. Tepsi sıcak, dikkatli olayım deyip kendimizi koruyoruz. Konu fırın değil, onu doğru şekilde kullanmayı öğrenmek oluyor.

Yani özetle söylersek, affetmek olanları yok saymak değil, olayın duygusunda takılı kalmamak anlamına geliyor bugün anladığım kadarıyla.  Sonrasında alacağımız tedbirler, kendimizi benzer durumlardan korumak için gelişmemize, daha geniş bakış açıları kazanmamıza vesile oluyor.

“Sopayla kilime vuranın gayesi, kilimi dövmek değil, tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin?” demiş Mevlâna.

İşte tozumuzu alacak görevliler geliyor da diyebiliriz canımızı yakan durumlara.

Her kavramın zaman içinde açılan daha derin anlamları olduğuna inanıyorum. Onun için bugün anladığım kadarıyla dedim yukarıda. Çünkü dün anladığım affetmek başkaydı, bugünkü başka. Yarınkinin de farklı olma ihtimalini göz ardı edemeyiz.

Sevgiyle kalın…
Senem ÖZKAN
Nisan 2024

İLGİNÇ BİR TECRÜBE: KARANLIKTA DİYALOG MÜZESİ

Gayrettepe Metro İstasyonuna yolu düşenler bilir, Metro’ya inerken merdivenlerin yanında “Diyalog Müzesi” vardır. Yıllardır defalarca önünden geçtiğim, internetten araştırıp “bu tecrübeyi deneyimlemek istiyorum” dediğim ama ayaklarımın bir türlü gitmediği bir yerdi burası. Farklı ve etkileyici bir tecrübe olacağını içten içe tahmin ediyormuşum galiba.

Birkaç gün önce gayet spontane bir biçimde kendimi orada buldum. Yanımdaki arkadaşımla beraber “haydi yaparız” deyip birbirimizi cesaretlendirerek müzenin Karanlıkta Diyalog bölümü için biletlerimizi aldık ve içeri girdik.

Kısaca açıklamak gerekirse, Karanlıkta Diyalog Müzesi yaklaşık 1 saat boyunca, yanınızda görme engelli bir rehber eşliğinde simsiyah bir İstanbul gezintisi yapmanıza olanak sağlıyor. Boğazda vapura biniyor, Taksim’de tramvay yolculuğu yapıyor, sokaklarda, semt pazarında geziyor, sinemada film izliyorsunuz. Aslında bildiğiniz bir şehri, bilmediğiniz bir şekilde tecrübe ediyorsunuz.

İçeri girerken görme engellilerin kullandığı bir baston veriliyor öncelikle. Burası kısmen aydınlık bir giriş bölümü. Bastonu nasıl kullanacağınızla ilgili ufak bir bilgi veriliyor ve daha karanlık olan iç kısma geçmeye başlıyorsunuz.

Bizim grubumuz 4 kişiydi. İçeride görme engelli rehberimiz Özden Çetin bizi karşıladı. Karşıladı diyorum ama sesiyle karşıladı diye detay vermek iyi olur. Çünkü içerisi zifiri karanlık olduğundan siluet olarak bile hiçbir şey görmemiz mümkün değildi. İlk saniyeler “bu karanlıkta 1 saat nasıl geçecek” dedim açıkçası. Görmeden adım atmanın ne kadar zor bir şey olduğunu size anlatmam mümkün değil. Gezi boyunca sağ ya da solunuzdaki duvara bir elinizle dokunarak o duvarı takip ediyorsunuz. Bastonun olduğu eliniz de değişebiliyor. Belki bunu okurken “ne var canım duvarın yanından yürümüşsün” diyebilirsiniz. Ama inanın durum bu kadar basit değil. Hiçbir şey görmeden yürümek çok ama çok zor.

Sonra birkaç adım da olsa duvara dokunmadan adım atmanız gereken yerler de var. Uzay boşluğunda hareket etmeye çalışır gibi hissediyorsunuz. Uzay boşluğunda hareket etmek nasıl bir şey, bunu bilmiyorum tabiki😊 ama bu şekilde tanımlamak doğru gibi geldi. Göremediğiniz için hiçbir referans noktanız yok çünkü. Özden Bey’in ya da gezi arkadaşlarınızın seslerine odaklanıyorsunuz. Boşlukta ilerlerken ellerimi bir şeye dokunmak umuduyla sağa sola savurduğum anlarda, önde ilerleyen arkadaşımın montuna dokunduğumda hissettiğim mutluluğu anlatamam😊

Özden Bey bu gezi sırasında bize çok önemli bilgiler verdi. Aslında yazının amacı fırsatınız varsa bu müzeyi lütfen gezin demek. Ama gezme imkânınız yoksa da lütfen buradan itibaren yer alan birkaç satırı dikkatlice okumanızı rica ediyorum.

Yolda görme engelli bir kişiyle karşılaştığınızda;

  • Ondan izin almadan fiziksel temasta bulunmayın, ona dokunmayın.
  • Öncelikle adınızı söyleyin, eğer isterse yardım edebileceğinizi belirtin. “Adım … , ben … yönüne gidiyorum, size yardım etmemi ister misiniz?” gibi cümleler kullanabilirsiniz.
  • Mümkün olduğunca uzun konuşun ki, sesinizden sizin iyi niyetli yaklaştığınızı anlayabilsin.
  • Yardım isterse kolunuza girebileceğini belirtin. Siz onun koluna girmeyin ya da elinden kolundan tutup çekiştirmeyin.

Bunlar ufak ama görme engelliler için çok önemli noktalar. Şehirlerimiz onların rahatça hareket etmesi için çok uygun değil. En azından bizler nasıl yaklaşacağımızı öğrenirsek, hayatlarının biraz daha kolaylaşmasına katkı sağlayabiliriz.

Bu güzel tecrübe için emeği geçen herkese çok teşekkür etmek istiyorum. Bazı şeyler sadece seyrederek anlaşılmıyor, tecrübe etmek ayrı bir farkındalık getiriyor. Siz gidin, çocuklarınızı götürün.

Bu arada buraya gezi düzenleyen okullar da varmış. Çocuklara bu farkındalığı kazandırmak gerçekten önemli.

Müzenin bir de Sessizlikte Diyalog kısmı var. Burası da yakın zamanda gideceğim yerler arasında.

Eğer siz de benim gibi 10 senedir açık olan bu müzeye henüz gitmediyseniz hatırlatmış olayım.

İncelemek isterseniz
https://www.istanbuldiyalogmuzesi.org/

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Mart 2024

TRUMAN SHOW

1998 Yapımı,
Harika bir senaryoya sahip,
Jim Carrey’nin performansıyla daha da muhteşem hale gelmiş bir klasik diye düşünüyorum Truman Show için.

İlk seyrettiğimden beri hayatın bazı anlarında aklıma gelen ve “Acaba?” dedirten bir konuya sahip film. Dünyanın kendimiz etrafında döndüğünü hissettiğimiz anlarda aklımıza geliyor diye düşünüyorum.

19 Mart tarihinde Kitap Kulübünde bu filmi konuştuk. Çok da iyi yaptık, çünkü konuşulmayı, düşünülmeyi hak eden bir film.

Kısaca bahsedersek, doğumundan itibaren bir film setinde yaşayan Truman’ın hayatını seyrediyoruz filmde. 5000 tane kameranın olduğu, arkadaş, eş, aile, komşu dediklerinin tamamının oyunculardan oluştuğu bir adada, hayatım dediği film setinin tek gerçek kişisi olarak karşımızda duruyor Truman. Yalan bir dünyanın tek gerçekliği O. Tüm dünyanın televizyonlarının başına kilitlenip kendisini izlediğinden habersiz yaşamaya devam ediyor.

Mutlu, hayatının rutinine ayak uydurmuş biri olarak görüyoruz O’nu filmin başında. Hatta her sabah evden çıktığında yan evdeki komşularına söylediği,

“Günaydın! Olur ya belki sizi göremem; iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler!” sözü ve yüzündeki gülümsemesiyle içimizi açıyor.

Ama sahneler ilerledikçe yaşadığı rutin hayattan çıkma çabası artmaya başlıyor. Onun çabası arttıkça, hazırlanan kurguda hayatına devam etmesi için uygulanan baskı da artıyor. Düzenin dışına çıkmak her türlü hayatta insanı zorluyor galiba.

Bu büyük film setinin yaratıcısı ve yönetmeni Christof, baskının şeklini ve dozunu belirleyen isim. Yarattığı dünyanın devamlılığı için elinden geleni yapmaktan çekinmediğini görüyoruz. Filmde bir anlamda tanrıyı oynayan Cristof, Truman’ı yönetmenin en iyi yolunun “korkuları” olduğunu keşfetmiş durumda. Çocukluğundan itibaren ona bazı travmalar yaşatmaktan çekinmemiş; sudan korkması, uçaktan korkması, annesinin hastalığı gibi unsurlarla adadan ayrılmasının önüne büyük setler çekmeyi başarmış bir yaratıcı.

Truman’ın 30 yıllık hayatı boyunca belki de kendi dışında gördüğü tek gerçek kişi ise Lauran.
Lauren, kelime anlamı olarak “bilgelik” demek.
Truman ise true ve man kelimelerinin birleşiminden oluşuyor, gerçek adam anlamında.
Gerçek adamın bilgeliğe çekildiğini, uzun yıllar ona kavuşmaya çalıştığını izliyoruz film boyunca.

Truman Show izleyenlere, Platon’ın Mağara Alegorisini anımsatan bir film olmasıyla biliniyor. Bu alegoriye göre,

“Bazı insanlar karanlık bir mağaraya zincirlenmişlerdir ve başlarını sağa-sola çeviremezler, sadece karşılarındaki duvarı görebilirler. Doğuştan beri bu mağarada bulunan insanlar mağaranın girişinden yansıyan nesnelerin gölgelerini görürler ve bunları gerçeklikleri olarak algılarlar.

Nihayet bir gün bu insanlardan bir tanesi zincirlerinden kurtulur ve mağarayı terk eder. Mağarayı terk eden bu insan mağaranın dışında yeni bir gerçeklik ile tanışır ve duvarda gölgelerini gördüğü nesnelerin gerçek olmadığının farkına varır.  

Bunu mağaradaki arkadaşları ile paylaşmak üzere mağaraya geri döner. Mağaradaki arkadaşları ise mağaranın dışında farklı bir gerçeklik olduğuna inanmazlar.”

İşte filmde mağaranın sahteliğini fark eden ve dışarı çıkmak için çabalayan kişi Truman oluyor. Alegorinin belli bir kısmını izliyoruz filmde. Dışarı çıkış sonrası yaşananlar perdeye yansımıyor.

İnsanın gerçekliğine uyanabilmesi için kendi içinde verdiği savaş, uyanmak ve uyanmamak arasındaki git gelleri, gücünü toplaması ve bu istek belli bir seviyeye geldiğinde artık durdurulamaması gibi aşamalar çok güzel işlenmiş filmde. Ve bu filmden çıkarılacak bir cümlelik bir ilham olacaksa, o da:

“Yapmak istediğin şey için gerçekten kararlıysan, seni kimse durduramaz.” olacaktır.

Biz filmi konuşurken şunları da sorgulamaktan kendimizi alamadık;

Bir insanın hayatının kurgu malzemesi yapılması, manipüle edilmesi, sahte travmalar yaratılması karşısında insanlar sadece heyecanla ekrana kilitlenip seyrettiler. İtiraz eden belli bir grup dışında heyecanla izlenen bir televizyon show’u oldu konu.

İzleyenlerin çoğu neden bu duruma ses çıkarmamayı seçti?
Truman için üzülenler, sadece izlemeyi bırakarak O’nun kurgu hayatının bitmesine katkı sağlayabileceklerini neden algılayamadılar?
Onlar izledikleri için programın 30 yıldır sürdüğünü neden düşünemediler?

Peki bizler aslında onaylamadığımız neleri izliyoruz?
Acaba biz izlediğimiz için yapılmaya devam ediyor olabilirler mi?
Seyredip eleştiriyoruz zannettiklerimiz, aslında farkında olmadan desteklediğimiz şeyler mi oluyor?

Düşünmeye değer…

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Mart 2024

HAYIRLISI…

Cuma akşamı eve döndüğünde, elleri ve yüzü buz gibiydi. Bugün hava çok soğumuştu. Yarın da kar bekleniyordu. İçeri girdiğinde, kapıyı kilitleyip pazartesiye kadar hiç açmamaya kararlıydı. Gelirken markete uğrayıp ihtiyacı olan her şeyi almıştı. İçerisi sıcacıktı. Aldıklarını yerleştirirken demlenen çayını alıp televizyonun karşısındaki üçlü koltuğuna yerleşti. Üstüne polar battaniyesini aldı. Kışın ev sevdiği yanı, bu anlarıydı.

Evi, çok geniş sayılmayan bir 1+1’di. Kedisi Pamuk’la ikisine yetiyordu. O bu koltuğa her yayıldığında Pamuk da ayak ucuna yerleşirdi. Şu anda da kural bozulmamıştı.

Televizyonu açmak yerine dün okumaya başladığı Aylin Algun’un “Aslında Öyle Değil” kitabını eline aldı. Kitap, bir gün önce iş çıkışı uğradığı kitapçıda dolaşırken dikkatini çekmişti. Arka kapaktan anladığı, kitabın bir roman olduğuydu. Ayça ve Mehmet adlı çiftin hikayesiydi anlatılan. Toksik bir ilişki diyordu bu ilişki için. Son dönemde sık duyduğu bir kavramdı ama ne olduğuyla ilgili çok da bilgisi yoktu. Okumaya karar verdi ve aldı kitabı.

O gün kitabın sadece giriş bölümünü okuyabildi. Bu birkaç sayfadaki cümleler bile onu çok etkilemiş ve bütün gece kafasında dönmüştü. Toksik ilişki tarifi şöyle yapılmıştı bu sayfalarda:

İnsanın yakın ilişkisinde her geçen gün zehirlenmesi, zehirlendiğini de çoğu zaman fark edemediği bir dinamikte sürüklenmesi ve bu durumunu genelde “yoğun bir sevgi, aşk, vazgeçememe hali” gibi kelimelerle tanımlayarak içinden çıkılmaz bir hale düşmesi anlamına geliyor.    

Tanımda dikkatini çeken farklı ifadeler vardı. İlki; aşkın zehirlemesiydi.

Zehirli aşk kavramı, zehirli sarmaşığı düşündürdü ona. Aşk kelimesinin kökeninin, Arapça sarmaşık kelimesinden geldiğini duymuştu. Hatta biraz daha araştırınca, bazı kaynaklarda zehirli sarmaşıktan geldiğinin söylendiğini gördü. Aşk denilen şeyin zehirleyebilmesi çok da şaşırtıcı değildi bu durumda. Kelime anlamında bile bu zehrin ipucu vardı.

Tanımdaki ikinci dikkat çekici nokta, her gün zehirlenmek ve zehirlendiğini fark edememek kısmıydı. Bu Selin’e “Haşlanan Kurbağa Sendromu”nu hatırlattı.

Bu deney şöyle anlatılır:

Bir kurbağayı kaynayan bir suyun içine atarsanız, kurbağa kendini dışarı atar. Çünkü doğal olarak canı yanacaktır. Ama aynı kurbağayı soğuk suya koyar, sonra da suyu yavaş yavaş ısıtırsanız, kurbağa değişimi algılayamayacak ve duyarsız kalacaktır. Bu duyarsızlığının sonu ise ölü ve haşlanmış bir kurbağaya dönüşmesi olacaktır.”

Dünden beri bunu düşünüyordu. Yavaş yavaş zehirlenirken, zehirlendiğini fark edemediği durumları. Bir terslik olduğunu ona duyurmaya çalışan iç sesini bastırmaya çalışıp idare etme çabasını. Aman şimdi sorun çıkmasın, tadımız kaçmasın, ortam gerilmesin, yargılanmayayım, sorunlu görünmeyeyim gibi pek çok cümlenin arkasından gelen ve onu duruma uyumlanmaya iten hallerini.

Son dönemde işyerinde yaşadıkları da konuyu sorgular noktaya getirmişti onu muhtemelen. 6 ay önce, çalıştığı bölüme part time bir eleman alınmasına karar verilmişti. Yapılan iş görüşmeleri sonucu genç bir kızda karar kılınmış ve kız işe başlamıştı. Ama iki hafta sonunda, kendisine yaptırılan işlerin işe girerken anlatılanlardan farklı olması ve işyerinden çıkması gereken saatten daha geç çıkması beklendiğinden işten ayrılmıştı. Sonrasında gelen bir kişide de benzer bir durum yaşanmıştı. Ofisin genelde 35 ve üstü yaşlarda olan çalışanlarının ortak görüşü şuydu; “Yeni nesil şımarıktı. Onlar işe ilk girdiklerinde neler yaşamışlar, ama seslerini çıkarmayıp sabretmişlerdi. İş hayatı böyle bir şeydi. Bu gençler ne kadar da sabırsızdı.”

Selin yaşıtlarıyla aynı fikirde miydi bilmiyordu, kararsızdı. Belki de gençler onların yapamadığını yapıyor, bütün hayatlarını iş için yaşamak yerine kendilerine de zaman ayırabilecekleri işler istiyorlardı artık. Ve daha da önemlisi, bu isteklerinin peşinden gitmeye cesaret ediyorlardı. Selin, ebeveynlerinden defalarca duyduğu, “düzenli bir işin olsun, kendi ayaklarının üstünde dur, ekmek aslanın ağzında” gibi laflarla büyümüş ve çalışmazsa açlıktan öleceğini zannetmişti. Yeni nesil onunla aynı fikirde görünmüyordu.

Toksik ilişki kavramında gözüne çarpan diğer kısım ise, yaşanılanın “yoğun bir sevgi, aşk, vazgeçememe hali” olarak tanımlanmasıydı. Tarık’la ilişkisinde yaptığı tanım tam da buydu. Her sorunu birbirlerini çok sevdikleri için yaşadıklarına inanmıştı o dönemler. “Sevgi böyle bir şey olmamalı” sesi içinde hep olsa da, sesi bastırıp devam etmişti bu yoğun sevgiye.

Ayrıldıktan sonra yaşadığı rahatlama onu şaşırtmıştı ilk dönemler. Ne kadar huzursuz yaşadığını, özgüveninin yerle bir olduğunu anladığı günlerdeydi. Belki de bu sebeple tanım onu etkilemişti.

Anlattıklarını çok merak etse de bir gün önce aldığı kitabı o gün de okumaya başlayamadı. Hani bir eşiğe gelirsin de içeri girmen için sadece bir adım atman yeterlidir. Ama durursun orada, çünkü o adımı attığında bir şeylerin değişeceğinin farkındasındır. İşte tam buydu yaşadığı.

Televizyonu açmayı tercih etti. Yeni başlayan bir dizi duymuştu. Onu seyretmek daha cazip geldi. Diziyi seyrederken koltukta uyuyakaldı, kedisi Pamuk’la sabaha kadar sürecek derin uykusundaydı artık.

    *    *    *

Kitabı okumaya cesaret edemeyen Selin’e, O henüz bilmese de sistemin bir desteği olacaktı. Tek başına okumakta zorlanacağı kitabı, ertesi gün instagramda gördüğü ilan sonucu katılacağı bir kitap kulübünde, yeni tanıştığı insanlarla okuyacaktı. Okuyacak, düşünecek, dinleyecek, konuşacak, daha iyi kavrayacaktı. Aylardır sorduğu bazı soruların cevaplarını bulmasına yardım edecekti bu kitap.

Sistem sadece Selin’i değil, herkesi sürekli destekler. Bazen tesadüf denir yaşananlara, bazen mucize, bazense bu neden benim başıma geldi olur ağızdan çıkan. Ne dersek diyelim, sonunda iyi ki olmuş dediğimiz bir an gelir.

Günlük hayatta sık kullanılan “hayırlısı” lafının söylenme sebebi de budur. Hayırlısı, her zaman bizim iyi olarak düşündüğümüz seçenek değildir. Kişi için sonunda en faydalı olacak seçenektir. Yaşanırken sıkıntı verebilir, zorlayabilir ama sonunda kazançlı çıkılacaktır. Sistem anlık değil, uzun vadeli yapar planlarını. Oyunun sonunda hedefe ulaşılması tek pusulasıdır onun.

Not: Aylin Algun – Aslında Öyle Değil kitabıyla ilgili bilgi  https://senemozkan.com/aslinda-oyle-degil-aylin-algun/

Senem Özkan
Şubat 2024

FİLM BULUŞMASI

12 MART 2024-SALI
21:00-22:30
ZOOM

Kuru Otlar Üstüne
Nuri Bilge Ceylan

Film, ücra bir kasabada yaptığı zorunlu görevini tamamlayıp tayin olmayı bekleyen Samet öğretmenin hikayesini anlatıyor.

Cannes Film Festivali’nde Merve Dizdar’a En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandıran Kuru Otlar Üstüne,
En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dahil dokuz dalda ödüle layık bulundu.

Film sohbetimize katılmak için DM kayıt olmanız yeterlidir.

FİLM BULUŞMASI

5 MART 2024-SALI
21:00-22:30
ZOOM

The Stanford Prison Experiment
(Stanford Hapishane Deneyi)

1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışan Philip Zimbardo’nun yaptığı gerçek bir deneyi konu alıyor.

Kayıt için iletişime geçiniz (İnstagram DM ya da ilanın altına yazabilirsiniz).

Filmle ilgili daha detaylı bilgi edinmek için
https://senemozkan.com/the-stanford-prison-experiment-stanford-hapishane-deneyi/

The Stanford Prison Experiment (Stanford Hapishane Deneyi)

Bugün bir filmden bahsetmek istiyorum.

Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü Profesörü Philip Zimbardo’nun 1971 yılında yaptığı ilginç bir deneyi konu alan, etkileyici bir film..

Aslında bu konuyla ilgili yapılmış 3 ayrı film bulunuyor.

Das Experiment (2001) – Alman Yapımı
The Experiment (2010) – ABD Yapımı
The Stanford Prison Experiment (2015) – ABD Yapımı

Filmlerden 2001 ve 2015 yapımlarını izledim. 2015 yapımında deneyin orijinaline daha sadık kalınmış. İkisi arasında bir sıralama yaparsam 2015’i izleyin derim. 2010 yapımında Adrien Brody rol almış. Ama yorumlar pek olumlu değil.. Tercih sizin😊

Prof. Zimbardo’nun deneye konu iddiası şu: “Gerekli şartlar oluşturulur ve kontrolsüz güç verilirse her insan zalimleşir.” Bu iddiasının doğruluğunu kanıtlayabilmek için de 1971 yılında çalışma arkadaşlarıyla beraber söz konusu deneyi planlıyor .

Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü bodrum katında bir hapishane oluşturuluyor ve 24 gönüllü bulunuyor deneye katılmak üzere. Deneye katılmaları karşılığında günlük belirli bir ücret ödeneceği konusunda anlaşılıyor. Deneklerin yarısına mahkum, diğer yarısına gardiyan rolü veriliyor.

Ve deneyin başında, rollerine adapte olabilmeleri için bir dizi işleme başlanıyor. Suçlular, polis tarafından evlerinden alınıyorlar öncelikle ve hapishaneye gidene kadar geçmeleri gereken tüm aşamalardan sanki gerçekten suç işlemiş gibi geçiriliyorlar. Hapishane hayatları da tek tip kıyafetler, kalacakları hücre vs. oldukça gerçekçi. Karşılarındaki gardiyanların da rollerini benimsemesi isteniyor tabi ki. Onlara da gardiyan kıyafetleri ve cop veriliyor, hatta mahkumlarla göz teması kurmalarını engellemek üzere güneş gözlükleri de unutulmuyor.

Kurallar net bir şekilde bildiriliyor deneklere. Gardiyanlar, düzeni sağlamakla görevli, bu konuda taviz vermeyecekler ve mahkumlara isim yerine numaralarıyla hitap edecekler. Fiziksel şiddet kesinlikle yasak. Mahkumlar ise kurallara uymak zorunda. Deney sırasında ayrılmak isteyen olursa bildirmesi yeterli.

Prof. Zimbardo’nun da rolü var bu arada. O da hapishane müdürü.

Ve 2 hafta sürmesi planlanan deney başlıyor…

İlk anda iki taraf da bir deneyde olduklarının farkında ve bitirelim de gidelim havası seziyorsunuz seyrederken. Ama durum çok uzun sürmüyor. Daha ilk gece, mahkumlar için gergin bir olay yaşanıyor ve sonrasında da inanılmayacak bir hızda herkes rolünün hakkını verir bir durumda buluyor kendini.

Mahkum rolündekiler gerçek suçlu, gardiyanlar gerçek gardiyan gibi davranmaya başlıyorlar. Hatta hapishane müdürü bile role kaptırıyor kendini (deneyden sonra kendisi de itiraf ediyor 😊 ).

Ve bence deney sonuçlandığında, oraya giren hiç kimse girdiği kişi olarak çıkmıyor dışarı😊

Düşünsenize, deney sorumlusunun bile kendini rolüne fazlaca kaptırdığı bir deneyden bahsediyoruz. Yani konuya en hakim kişi bile hiç öngörmediği şeyler yaşıyor. Kendisinin bile bilmediği yönleriyle tanışıyor.

Aslında içimizde “farklı benler” sakladığımızı anlamak adına bu filmi tavsiye ediyorum. Seyrederken hem gardiyanlar hem mahkumlar için  “ne hale geldiler” dedim. Bunu düşünürken içimdeki sesin sorusu geldi aynı anda “ya ben olsaydım?” Evet “ya siz olsaydınız?”

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Temmuz 2019

Merak edenler için film linki:
https://www.filmmodu15.com/the-stanford-prison-experiment-altyazili-fhd-film-izle

DENGEDE KALMAK

Bu ara takıldım bu denge konusuna😊
Denge değil de “dengede kalmak” kısmı aslında takıldığım.
Dengede kalmalıyım.
Dengede nasıl kalırım?
Eyvah, dengem bozuldu galiba… gibi hallerimiz yani.

Fiziki faktörler için denge; sabit durma hali anlamına geliyor. Yani bir masanın dengede olması, ayakları üzerinde devrilmeden durabilmesi demek oluyor mesela. Eşyalar için geçerli olan bu tanımı insanlara uygulamaya çalışınca işler karışıyor.

İnsan sadece fiziki bir varlık değil. Duyguları, düşünceleri, inançları ve ruhu var. Hatta ruhçuluğa göre insan “bedene sahip bir ruh.” Onu sadece fiziksel bir obje olarak kabul edemeyiz. Maddeyi kullanan bir ruhu, sadece madde kısmından değerlendirirsek hataya düşeriz. Yani ayakta durabilen bir insan dengededir diyemeyiz. Peki yıkılmayan bir masaya dengede derken, hangi durumdaki insana dengede diyeceğiz?

İşte bu noktada farklı bir denge tanımına bakmak gerekiyor artık.

“Denge, birbirine zıt olguların kısa süreli, uzun süreli ya da kalıcı olacak biçimde sabit bir yapı oluşturmasıdır.”

“Zıt olguların oluşturduğu bir yapı” tanımı çok hoşuma gidiyor. Çünkü içinde düalite var, yani her şeyin çift taraflı olması kavramı. Hava sıcaklığını ele alalım. Sıcak var, ama karşısında bir de soğuk var. Günlük hava değişimleri belli bir aralıktaysa havayı dengeli gidiyor kabul ediyoruz. Diyelim ki, kış mevsimindeyiz, hava bugün yağmurlu ve 5 derece. Yarın da yağmurlu ve 3 derece. Ertesi gün tekrar 5 dereceye çıktı, sonraki günse bulutlu ve 7 derece. Bunu havanın dengeli gidişi olarak algılıyoruz. Yani artı veya eksi belli oranlarda değişmesine denge diyoruz. Sıcaklığın sabit kalmasını beklemiyoruz.

Ama hava 5 dereceden ertesi gün 18 dereceye yükselirse “havalar da çok dengesizleşti” diyoruz. Yani hava için denge dediğimiz şey, sıcaklıkların belli bir aralıkta seyretmesi. Dikkatinizi çekerim, sabit kalmasını beklemiyoruz. Belli bir aralıkta değişmesini denge kabul ediyoruz.

İnsan için de durum benzer. Onun da belli bir aralıkta seyretmesi gayet kabul edilebilir bir hal. Hepimiz hava durumu gibiyiz, günleri bırakın saatler içinde pek çok hal yaşıyoruz, duygu, düşünce durumlarımız değişiyor. Ama bu bizim doğamız gereği olan bir durum olduğundan bunu sabitlemeye çalışmak boşa bir çaba. “Şu halim iyi, bunu koruyayım o zaman” diyoruz mesela. Hayır, üzgünüm koruyamazsın.

“Faaliyet, hayatın mayasıdır” diyor Bedri Ruhselman.

İnişler ve çıkışlar dünya hayatının kuralı. Böyle ilerleyebiliyoruz. Yani bizim dengemizi koruma dediğimiz bir hâle sabitlenme hedefimiz genelde atalete düşme hallerimizi getiriyor. Atalete düşmek de hayatı rölantiye almak ve zamanı boşa geçirmek anlamına geliyor.

Yol alması gereken bir arabayı park edip aman yolda kaza yapmayayım diyen şoförler oluveriyoruz bir anda. Hedefe ulaşmak için o riskleri göze alıp yolda ilerlemek gerektiğini atlıyoruz.

İnsan için dengede olmak, bir halde sabitlenmek değil belli bir aralıkta salınmak bu durumda.

Kalbin belli bir ritim aralığında atarak bedenin hayatta kalmasını sağlaması gibi, biz de belli bir aralıkta dolaşarak hayata devam etmeliyiz. Şartlara, ihtiyaca, zamana göre değişmeli, yeni tecrübelerden kaçmamalıyız.

Değişim içinde dengede olunabileceğini doğayı izleyerek de hatırlayabiliriz. Bir ağacı seyredebiliriz mesela. Yazın çiçekleriyle mutlu olan bir ağaç nasıl ki o haline tutunma çabasına kapılmıyor ve sonbaharda üstündekileri bırakmaya razı oluyorsa, biz de yeni hallerle de iyi olabileceğimizi idrak edebiliriz.

Ani iniş ya da çıkışlar dengesizlik olarak algılanabilir tabii ki. Aynı hava sıcaklığındaki ani değişimler gibi. Ama ufak salınımlarda korkulacak bir durum yoktur. Yola güvenle devam edilebilir. Hatırlamakta fayda var.

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

BİR BİLMECE

İnstagram’da takip ettiğim bir hesabın dün paylaştığı bilmece bu gördüğünüz. Siz sever misiniz bilmem ama ben severim böyle şeylere kafa yormayı. Görünce dayanamadım tabi, cevap ne diye çabaladım kendimce. Bir cevap buldum, ama yazmadan önce yorumlara yazılan cevaplara bir bakayım dedim,. Benle aynı cevabı bulan var mı diye sağlama yapmak istedim belki ya da saatler önce yayınlanan post’un altında doğru cevap açıklandıysa cevap yazmanın gereksiz olduğunu düşündüm.

Yorumları okumaya başlayınca “aaa arada çarpı varmış” oldum önce. Sonra diğer fark etmediklerim izledi bunu. Her yorumla bulduğum sonuç değişmeye başladı. En son bir basamak da ben ekledim yazılanlara ve bir cevap yazdım. Birkaç saat sonra cevap açıklandı ve benimkinin doğru olmadığı anlaşıldı😊

Sonra şunu düşündüm, o doğru cevabı veren de önceki yorumlardan aldığı ipuçlarıyla ilerledi belki doğru sonuca. Yani doğru cevap bir kişiden gibi görünse de aslında oraya yorum bırakan birçok kişinin payı vardı varılan noktada. Ama bir kişi “ben bildim” dedi, diğerleri “ben bilemedim” diye düşündü.

Payımız olan başarılar için de gururlansak ve “ben yapamadım” demeyi bıraksak ne güzel olur değil mi?

Birini bitiş noktasına taşımaya yardım etmek de çok değerli. Başarının parçası olmak yani. Başarmak, sadece tek başına başarmak mıdır? Ne dersiniz?

Bu arada merak edenler için adım adım ipuçları ve cevap aşağıda:

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Son adımda çarpı var. İşlem sırasına dikkat😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Çocuğun elindekilere dikkat😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Çocuğun ayakkabıları😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Cevap:
Tek ayakkabı= 5
Çocuk+2 külah+2 ayakkabı=5+4+10=19
Külah=2
5+19×2=43

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI – VICTOR E. FRANKL

30’un üstünde dile çevrilen ve 15 milyondan fazla satan başucu kitabı” yazıyor kitabın kapağında. Okuyunca bu başarıyı kazanmasının boşa olmadığını anlıyorsunuz.

Victor Frankl 1905 doğumlu Avusturyalı bir psikiyatr. Üçüncü Viyana Okulu ve Logoterapi kuramının kurucusu. Varoluşçu terapinin önemli isimlerinden biri.

Logoterapi ne derseniz; geçmişe odaklanan psikanalizin aksine daha çok gelecek üzerine, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerine odaklanan bir tedavi yöntemi diye açıklanıyor. Hastanın yaşamak için kendine bir hedef belirlemesi sağlanıyor ve bu hedefe ulaşma onda güdülendirici bir güç oluyor. Bu tabi çok genel bir tanım oldu, logoterapi, kitabın ikinci bölümünde daha detaylı (yaklaşık 50 sayfa) anlatılıyor.

Frankl’ın kitapları, konferansları, hocalık yaptığı farklı üniversitelerdeki başarıları ve dünyaya adını duyurmasının altında acı dolu bir hikaye var. Kendisi  1942-45 yılları arasında 4 ayrı toplama kampında yaşamak zorunda kalmış ve ailesini bu kamplarda kaybetmiş bir Yahudi. Babası tutuklandıktan bir hafta sonra açlık sebebiyle, annesi Auschwitz’de gaz odasında, 24 yaşındaki eşi ise farklı bir toplama kampında hayatlarını kaybetmiş.

Kitabın ilk bölümü Frankl’ın Auschwitz’in de içinde olduğu kamp günlerini, orada yaşanan açlık, hastalık ve zulmü, hayatta kalma çabasını anlattığı sayfalar. Bir psikiyatrın gözünden anlatılanlar, kamp sakinlerinin psikolojik durumlarıyla ilgili güzel saptamalar içeriyor. Kitabın bu bölümü; tutuklular, kapolar (tutuklular arasından seçilen görevliler), SS adamları ve kendi halini farklı kameralardan bize seyrettiren bir film gibi. Dehşet içeren bir filmi kanlı sahnelerle gözümüze sokmuyor ama verdiği öyle detaylar var ki dehşeti hissettiriyor.

Frankl kampa ilk girdiğinde yanında yazmaya devam ettiği kitabının sayfaları var. Bu notları orada tabii ki kaybediyor. Ama bir gün bu kitabı tekrar yazma amacını hiç kaybetmiyor ve kamp günleri boyunca kitabı için kısa notlar almaya çalışıyor. Hatta kendini üniversitede bir kürsüde ders verirken hayal ediyor.

1945 yılında dışarı çıkabildiğinde tekrar Viyana’ya dönüyor ve 9 gün içinde hedeflediği kitabı yazıyor. Yazmak onun iyileşme yolu oluyor.

İnsan bu sahneleri okurken gerçekten kanı donuyor. Dünyanın bir yerinde bu kadar zulüm yaşanırken başka yerlerinde insanlar normal hayatlarına devam etmişler, yemeklerini yiyip sıcak yataklarında yatmışlar, soğuk havalarda kalın giysilerle ısınmışlar. Şimdi de aynı şey olmuyor mu diyeceksiniz belki, evet maalesef oluyor😞 Hz. İsa’nın dediği gibi hiçbirimiz ilk taşı atacak kadar günahsız değiliz…

Kitabın ikinci bölümü, logoterapiyi anlatıyor demiştik.

Frankl’ın kamp günlerinde hayata tutunmasını sağlayan, hayatında gerçekleştirmeyi hedeflediği bir anlam bulması oluyor.

Kişinin yaşamda anlama ulaşması için 3 yol var diyor kitap.

  • Bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak,
  • Sevgi (bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek),
  • Acının anlamı (acı, anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor). Mesela Frankl “çektiğim acılar olmaksızın ulaştığım gelişim düzeyinin olanaksız olacağını biliyorum” diyor. Yani acısını artık acı olarak görmek yerine onu olduğu konuma getiren bir araç olarak görüyor da denebilir.

Kitabın bu kısmında anlatılan ve çok hoşuma giden “çelişik niyet” denen bir logoterapi tekniği var. Korkunun korkulan şeyi yarattığı ve aşırı niyetin arzulanan şeyi olanaksızlaştırdığı gerçeğine dayanıyor.

Örneğin; uykusuzluk korkusu, uyumaya yönelik aşırı bir niyete yol açıyor. Bu da kişinin uyuyamamasına neden oluyor. Bu korkunun üstesinden gelmesi için hastaya kendini uyumaya zorlamaması, tam tersi yatakta olabildiğinde uyanık kalmaya çalışması öğütlendiğinde ise hasta çabucak uyuyor. Yani uyumaya yönelik aşırı niyetin yerine, uyumaya yönelik çelişik niyet geldiğinde, hasta çabucak uyur diye anlatılıyor.

Bu yöntemin bazen de bilinçli olmadan kullanılabileceğini gösteren sevimli bir örnek de var kitapta;
Hayatı boyunca kekeme olan biri, 12 yaşındayken bir tramvayın arkasına asılıyor. Biletçi tarafından yakalanınca, kaçmanın tek yolunun biletçide acıma duygusu uyandırmak olduğunu düşünüp ona sadece zavallı bir kekeme olduğunu göstermeye çalışıyor. O an kekelemeye çalışmasına rağmen bunu başaramıyor. Ve hayatında kekelememeyi başardığı tek an işte bu an oluyor.

Kitap hem tarihsel olarak önemli bir döneme götürüyor bizleri, hem de şartlar ne olursa olsun her ortamdan başarıyla çıkılmasının mümkün olduğuna dair bir ışık yakıyor zihinlerimizde.

Bu arada kitabın genç okurlar için uyarlanan bir baskısı da var.

Kitaptan güzel bir sözle bitirelim:

Yaşamak için bir “neden”i olan kişi,
neredeyse tüm “nasıl”lara dayanabilir.

Nietzsche

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024