HAYIRLISI…

Cuma akşamı eve döndüğünde, elleri ve yüzü buz gibiydi. Bugün hava çok soğumuştu. Yarın da kar bekleniyordu. İçeri girdiğinde, kapıyı kilitleyip pazartesiye kadar hiç açmamaya kararlıydı. Gelirken markete uğrayıp ihtiyacı olan her şeyi almıştı. İçerisi sıcacıktı. Aldıklarını yerleştirirken demlenen çayını alıp televizyonun karşısındaki üçlü koltuğuna yerleşti. Üstüne polar battaniyesini aldı. Kışın ev sevdiği yanı, bu anlarıydı.

Evi, çok geniş sayılmayan bir 1+1’di. Kedisi Pamuk’la ikisine yetiyordu. O bu koltuğa her yayıldığında Pamuk da ayak ucuna yerleşirdi. Şu anda da kural bozulmamıştı.

Televizyonu açmak yerine dün okumaya başladığı Aylin Algun’un “Aslında Öyle Değil” kitabını eline aldı. Kitap, bir gün önce iş çıkışı uğradığı kitapçıda dolaşırken dikkatini çekmişti. Arka kapaktan anladığı, kitabın bir roman olduğuydu. Ayça ve Mehmet adlı çiftin hikayesiydi anlatılan. Toksik bir ilişki diyordu bu ilişki için. Son dönemde sık duyduğu bir kavramdı ama ne olduğuyla ilgili çok da bilgisi yoktu. Okumaya karar verdi ve aldı kitabı.

O gün kitabın sadece giriş bölümünü okuyabildi. Bu birkaç sayfadaki cümleler bile onu çok etkilemiş ve bütün gece kafasında dönmüştü. Toksik ilişki tarifi şöyle yapılmıştı bu sayfalarda:

İnsanın yakın ilişkisinde her geçen gün zehirlenmesi, zehirlendiğini de çoğu zaman fark edemediği bir dinamikte sürüklenmesi ve bu durumunu genelde “yoğun bir sevgi, aşk, vazgeçememe hali” gibi kelimelerle tanımlayarak içinden çıkılmaz bir hale düşmesi anlamına geliyor.    

Tanımda dikkatini çeken farklı ifadeler vardı. İlki; aşkın zehirlemesiydi.

Zehirli aşk kavramı, zehirli sarmaşığı düşündürdü ona. Aşk kelimesinin kökeninin, Arapça sarmaşık kelimesinden geldiğini duymuştu. Hatta biraz daha araştırınca, bazı kaynaklarda zehirli sarmaşıktan geldiğinin söylendiğini gördü. Aşk denilen şeyin zehirleyebilmesi çok da şaşırtıcı değildi bu durumda. Kelime anlamında bile bu zehrin ipucu vardı.

Tanımdaki ikinci dikkat çekici nokta, her gün zehirlenmek ve zehirlendiğini fark edememek kısmıydı. Bu Selin’e “Haşlanan Kurbağa Sendromu”nu hatırlattı.

Bu deney şöyle anlatılır:

Bir kurbağayı kaynayan bir suyun içine atarsanız, kurbağa kendini dışarı atar. Çünkü doğal olarak canı yanacaktır. Ama aynı kurbağayı soğuk suya koyar, sonra da suyu yavaş yavaş ısıtırsanız, kurbağa değişimi algılayamayacak ve duyarsız kalacaktır. Bu duyarsızlığının sonu ise ölü ve haşlanmış bir kurbağaya dönüşmesi olacaktır.”

Dünden beri bunu düşünüyordu. Yavaş yavaş zehirlenirken, zehirlendiğini fark edemediği durumları. Bir terslik olduğunu ona duyurmaya çalışan iç sesini bastırmaya çalışıp idare etme çabasını. Aman şimdi sorun çıkmasın, tadımız kaçmasın, ortam gerilmesin, yargılanmayayım, sorunlu görünmeyeyim gibi pek çok cümlenin arkasından gelen ve onu duruma uyumlanmaya iten hallerini.

Son dönemde işyerinde yaşadıkları da konuyu sorgular noktaya getirmişti onu muhtemelen. 6 ay önce, çalıştığı bölüme part time bir eleman alınmasına karar verilmişti. Yapılan iş görüşmeleri sonucu genç bir kızda karar kılınmış ve kız işe başlamıştı. Ama iki hafta sonunda, kendisine yaptırılan işlerin işe girerken anlatılanlardan farklı olması ve işyerinden çıkması gereken saatten daha geç çıkması beklendiğinden işten ayrılmıştı. Sonrasında gelen bir kişide de benzer bir durum yaşanmıştı. Ofisin genelde 35 ve üstü yaşlarda olan çalışanlarının ortak görüşü şuydu; “Yeni nesil şımarıktı. Onlar işe ilk girdiklerinde neler yaşamışlar, ama seslerini çıkarmayıp sabretmişlerdi. İş hayatı böyle bir şeydi. Bu gençler ne kadar da sabırsızdı.”

Selin yaşıtlarıyla aynı fikirde miydi bilmiyordu, kararsızdı. Belki de gençler onların yapamadığını yapıyor, bütün hayatlarını iş için yaşamak yerine kendilerine de zaman ayırabilecekleri işler istiyorlardı artık. Ve daha da önemlisi, bu isteklerinin peşinden gitmeye cesaret ediyorlardı. Selin, ebeveynlerinden defalarca duyduğu, “düzenli bir işin olsun, kendi ayaklarının üstünde dur, ekmek aslanın ağzında” gibi laflarla büyümüş ve çalışmazsa açlıktan öleceğini zannetmişti. Yeni nesil onunla aynı fikirde görünmüyordu.

Toksik ilişki kavramında gözüne çarpan diğer kısım ise, yaşanılanın “yoğun bir sevgi, aşk, vazgeçememe hali” olarak tanımlanmasıydı. Tarık’la ilişkisinde yaptığı tanım tam da buydu. Her sorunu birbirlerini çok sevdikleri için yaşadıklarına inanmıştı o dönemler. “Sevgi böyle bir şey olmamalı” sesi içinde hep olsa da, sesi bastırıp devam etmişti bu yoğun sevgiye.

Ayrıldıktan sonra yaşadığı rahatlama onu şaşırtmıştı ilk dönemler. Ne kadar huzursuz yaşadığını, özgüveninin yerle bir olduğunu anladığı günlerdeydi. Belki de bu sebeple tanım onu etkilemişti.

Anlattıklarını çok merak etse de bir gün önce aldığı kitabı o gün de okumaya başlayamadı. Hani bir eşiğe gelirsin de içeri girmen için sadece bir adım atman yeterlidir. Ama durursun orada, çünkü o adımı attığında bir şeylerin değişeceğinin farkındasındır. İşte tam buydu yaşadığı.

Televizyonu açmayı tercih etti. Yeni başlayan bir dizi duymuştu. Onu seyretmek daha cazip geldi. Diziyi seyrederken koltukta uyuyakaldı, kedisi Pamuk’la sabaha kadar sürecek derin uykusundaydı artık.

    *    *    *

Kitabı okumaya cesaret edemeyen Selin’e, O henüz bilmese de sistemin bir desteği olacaktı. Tek başına okumakta zorlanacağı kitabı, ertesi gün instagramda gördüğü ilan sonucu katılacağı bir kitap kulübünde, yeni tanıştığı insanlarla okuyacaktı. Okuyacak, düşünecek, dinleyecek, konuşacak, daha iyi kavrayacaktı. Aylardır sorduğu bazı soruların cevaplarını bulmasına yardım edecekti bu kitap.

Sistem sadece Selin’i değil, herkesi sürekli destekler. Bazen tesadüf denir yaşananlara, bazen mucize, bazense bu neden benim başıma geldi olur ağızdan çıkan. Ne dersek diyelim, sonunda iyi ki olmuş dediğimiz bir an gelir.

Günlük hayatta sık kullanılan “hayırlısı” lafının söylenme sebebi de budur. Hayırlısı, her zaman bizim iyi olarak düşündüğümüz seçenek değildir. Kişi için sonunda en faydalı olacak seçenektir. Yaşanırken sıkıntı verebilir, zorlayabilir ama sonunda kazançlı çıkılacaktır. Sistem anlık değil, uzun vadeli yapar planlarını. Oyunun sonunda hedefe ulaşılması tek pusulasıdır onun.

Not: Aylin Algun – Aslında Öyle Değil kitabıyla ilgili bilgi  https://senemozkan.com/aslinda-oyle-degil-aylin-algun/

Senem Özkan
Şubat 2024

FİLM BULUŞMASI

12 MART 2024-SALI
21:00-22:30
ZOOM

Kuru Otlar Üstüne
Nuri Bilge Ceylan

Film, ücra bir kasabada yaptığı zorunlu görevini tamamlayıp tayin olmayı bekleyen Samet öğretmenin hikayesini anlatıyor.

Cannes Film Festivali’nde Merve Dizdar’a En İyi Kadın Oyuncu ödülü kazandıran Kuru Otlar Üstüne,
En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dahil dokuz dalda ödüle layık bulundu.

Film sohbetimize katılmak için DM kayıt olmanız yeterlidir.

FİLM BULUŞMASI

5 MART 2024-SALI
21:00-22:30
ZOOM

The Stanford Prison Experiment
(Stanford Hapishane Deneyi)

1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde psikolog olarak çalışan Philip Zimbardo’nun yaptığı gerçek bir deneyi konu alıyor.

Kayıt için iletişime geçiniz (İnstagram DM ya da ilanın altına yazabilirsiniz).

Filmle ilgili daha detaylı bilgi edinmek için
https://senemozkan.com/the-stanford-prison-experiment-stanford-hapishane-deneyi/

The Stanford Prison Experiment (Stanford Hapishane Deneyi)

Bugün bir filmden bahsetmek istiyorum.

Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü Profesörü Philip Zimbardo’nun 1971 yılında yaptığı ilginç bir deneyi konu alan, etkileyici bir film..

Aslında bu konuyla ilgili yapılmış 3 ayrı film bulunuyor.

Das Experiment (2001) – Alman Yapımı
The Experiment (2010) – ABD Yapımı
The Stanford Prison Experiment (2015) – ABD Yapımı

Filmlerden 2001 ve 2015 yapımlarını izledim. 2015 yapımında deneyin orijinaline daha sadık kalınmış. İkisi arasında bir sıralama yaparsam 2015’i izleyin derim. 2010 yapımında Adrien Brody rol almış. Ama yorumlar pek olumlu değil.. Tercih sizin😊

Prof. Zimbardo’nun deneye konu iddiası şu: “Gerekli şartlar oluşturulur ve kontrolsüz güç verilirse her insan zalimleşir.” Bu iddiasının doğruluğunu kanıtlayabilmek için de 1971 yılında çalışma arkadaşlarıyla beraber söz konusu deneyi planlıyor .

Stanford Üniversitesi Psikoloji Bölümü bodrum katında bir hapishane oluşturuluyor ve 24 gönüllü bulunuyor deneye katılmak üzere. Deneye katılmaları karşılığında günlük belirli bir ücret ödeneceği konusunda anlaşılıyor. Deneklerin yarısına mahkum, diğer yarısına gardiyan rolü veriliyor.

Ve deneyin başında, rollerine adapte olabilmeleri için bir dizi işleme başlanıyor. Suçlular, polis tarafından evlerinden alınıyorlar öncelikle ve hapishaneye gidene kadar geçmeleri gereken tüm aşamalardan sanki gerçekten suç işlemiş gibi geçiriliyorlar. Hapishane hayatları da tek tip kıyafetler, kalacakları hücre vs. oldukça gerçekçi. Karşılarındaki gardiyanların da rollerini benimsemesi isteniyor tabi ki. Onlara da gardiyan kıyafetleri ve cop veriliyor, hatta mahkumlarla göz teması kurmalarını engellemek üzere güneş gözlükleri de unutulmuyor.

Kurallar net bir şekilde bildiriliyor deneklere. Gardiyanlar, düzeni sağlamakla görevli, bu konuda taviz vermeyecekler ve mahkumlara isim yerine numaralarıyla hitap edecekler. Fiziksel şiddet kesinlikle yasak. Mahkumlar ise kurallara uymak zorunda. Deney sırasında ayrılmak isteyen olursa bildirmesi yeterli.

Prof. Zimbardo’nun da rolü var bu arada. O da hapishane müdürü.

Ve 2 hafta sürmesi planlanan deney başlıyor…

İlk anda iki taraf da bir deneyde olduklarının farkında ve bitirelim de gidelim havası seziyorsunuz seyrederken. Ama durum çok uzun sürmüyor. Daha ilk gece, mahkumlar için gergin bir olay yaşanıyor ve sonrasında da inanılmayacak bir hızda herkes rolünün hakkını verir bir durumda buluyor kendini.

Mahkum rolündekiler gerçek suçlu, gardiyanlar gerçek gardiyan gibi davranmaya başlıyorlar. Hatta hapishane müdürü bile role kaptırıyor kendini (deneyden sonra kendisi de itiraf ediyor 😊 ).

Ve bence deney sonuçlandığında, oraya giren hiç kimse girdiği kişi olarak çıkmıyor dışarı😊

Düşünsenize, deney sorumlusunun bile kendini rolüne fazlaca kaptırdığı bir deneyden bahsediyoruz. Yani konuya en hakim kişi bile hiç öngörmediği şeyler yaşıyor. Kendisinin bile bilmediği yönleriyle tanışıyor.

Aslında içimizde “farklı benler” sakladığımızı anlamak adına bu filmi tavsiye ediyorum. Seyrederken hem gardiyanlar hem mahkumlar için  “ne hale geldiler” dedim. Bunu düşünürken içimdeki sesin sorusu geldi aynı anda “ya ben olsaydım?” Evet “ya siz olsaydınız?”

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Temmuz 2019

Merak edenler için film linki:
https://www.filmmodu15.com/the-stanford-prison-experiment-altyazili-fhd-film-izle

DENGEDE KALMAK

Bu ara takıldım bu denge konusuna😊
Denge değil de “dengede kalmak” kısmı aslında takıldığım.
Dengede kalmalıyım.
Dengede nasıl kalırım?
Eyvah, dengem bozuldu galiba… gibi hallerimiz yani.

Fiziki faktörler için denge; sabit durma hali anlamına geliyor. Yani bir masanın dengede olması, ayakları üzerinde devrilmeden durabilmesi demek oluyor mesela. Eşyalar için geçerli olan bu tanımı insanlara uygulamaya çalışınca işler karışıyor.

İnsan sadece fiziki bir varlık değil. Duyguları, düşünceleri, inançları ve ruhu var. Hatta ruhçuluğa göre insan “bedene sahip bir ruh.” Onu sadece fiziksel bir obje olarak kabul edemeyiz. Maddeyi kullanan bir ruhu, sadece madde kısmından değerlendirirsek hataya düşeriz. Yani ayakta durabilen bir insan dengededir diyemeyiz. Peki yıkılmayan bir masaya dengede derken, hangi durumdaki insana dengede diyeceğiz?

İşte bu noktada farklı bir denge tanımına bakmak gerekiyor artık.

“Denge, birbirine zıt olguların kısa süreli, uzun süreli ya da kalıcı olacak biçimde sabit bir yapı oluşturmasıdır.”

“Zıt olguların oluşturduğu bir yapı” tanımı çok hoşuma gidiyor. Çünkü içinde düalite var, yani her şeyin çift taraflı olması kavramı. Hava sıcaklığını ele alalım. Sıcak var, ama karşısında bir de soğuk var. Günlük hava değişimleri belli bir aralıktaysa havayı dengeli gidiyor kabul ediyoruz. Diyelim ki, kış mevsimindeyiz, hava bugün yağmurlu ve 5 derece. Yarın da yağmurlu ve 3 derece. Ertesi gün tekrar 5 dereceye çıktı, sonraki günse bulutlu ve 7 derece. Bunu havanın dengeli gidişi olarak algılıyoruz. Yani artı veya eksi belli oranlarda değişmesine denge diyoruz. Sıcaklığın sabit kalmasını beklemiyoruz.

Ama hava 5 dereceden ertesi gün 18 dereceye yükselirse “havalar da çok dengesizleşti” diyoruz. Yani hava için denge dediğimiz şey, sıcaklıkların belli bir aralıkta seyretmesi. Dikkatinizi çekerim, sabit kalmasını beklemiyoruz. Belli bir aralıkta değişmesini denge kabul ediyoruz.

İnsan için de durum benzer. Onun da belli bir aralıkta seyretmesi gayet kabul edilebilir bir hal. Hepimiz hava durumu gibiyiz, günleri bırakın saatler içinde pek çok hal yaşıyoruz, duygu, düşünce durumlarımız değişiyor. Ama bu bizim doğamız gereği olan bir durum olduğundan bunu sabitlemeye çalışmak boşa bir çaba. “Şu halim iyi, bunu koruyayım o zaman” diyoruz mesela. Hayır, üzgünüm koruyamazsın.

“Faaliyet, hayatın mayasıdır” diyor Bedri Ruhselman.

İnişler ve çıkışlar dünya hayatının kuralı. Böyle ilerleyebiliyoruz. Yani bizim dengemizi koruma dediğimiz bir hâle sabitlenme hedefimiz genelde atalete düşme hallerimizi getiriyor. Atalete düşmek de hayatı rölantiye almak ve zamanı boşa geçirmek anlamına geliyor.

Yol alması gereken bir arabayı park edip aman yolda kaza yapmayayım diyen şoförler oluveriyoruz bir anda. Hedefe ulaşmak için o riskleri göze alıp yolda ilerlemek gerektiğini atlıyoruz.

İnsan için dengede olmak, bir halde sabitlenmek değil belli bir aralıkta salınmak bu durumda.

Kalbin belli bir ritim aralığında atarak bedenin hayatta kalmasını sağlaması gibi, biz de belli bir aralıkta dolaşarak hayata devam etmeliyiz. Şartlara, ihtiyaca, zamana göre değişmeli, yeni tecrübelerden kaçmamalıyız.

Değişim içinde dengede olunabileceğini doğayı izleyerek de hatırlayabiliriz. Bir ağacı seyredebiliriz mesela. Yazın çiçekleriyle mutlu olan bir ağaç nasıl ki o haline tutunma çabasına kapılmıyor ve sonbaharda üstündekileri bırakmaya razı oluyorsa, biz de yeni hallerle de iyi olabileceğimizi idrak edebiliriz.

Ani iniş ya da çıkışlar dengesizlik olarak algılanabilir tabii ki. Aynı hava sıcaklığındaki ani değişimler gibi. Ama ufak salınımlarda korkulacak bir durum yoktur. Yola güvenle devam edilebilir. Hatırlamakta fayda var.

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

BİR BİLMECE

İnstagram’da takip ettiğim bir hesabın dün paylaştığı bilmece bu gördüğünüz. Siz sever misiniz bilmem ama ben severim böyle şeylere kafa yormayı. Görünce dayanamadım tabi, cevap ne diye çabaladım kendimce. Bir cevap buldum, ama yazmadan önce yorumlara yazılan cevaplara bir bakayım dedim,. Benle aynı cevabı bulan var mı diye sağlama yapmak istedim belki ya da saatler önce yayınlanan post’un altında doğru cevap açıklandıysa cevap yazmanın gereksiz olduğunu düşündüm.

Yorumları okumaya başlayınca “aaa arada çarpı varmış” oldum önce. Sonra diğer fark etmediklerim izledi bunu. Her yorumla bulduğum sonuç değişmeye başladı. En son bir basamak da ben ekledim yazılanlara ve bir cevap yazdım. Birkaç saat sonra cevap açıklandı ve benimkinin doğru olmadığı anlaşıldı😊

Sonra şunu düşündüm, o doğru cevabı veren de önceki yorumlardan aldığı ipuçlarıyla ilerledi belki doğru sonuca. Yani doğru cevap bir kişiden gibi görünse de aslında oraya yorum bırakan birçok kişinin payı vardı varılan noktada. Ama bir kişi “ben bildim” dedi, diğerleri “ben bilemedim” diye düşündü.

Payımız olan başarılar için de gururlansak ve “ben yapamadım” demeyi bıraksak ne güzel olur değil mi?

Birini bitiş noktasına taşımaya yardım etmek de çok değerli. Başarının parçası olmak yani. Başarmak, sadece tek başına başarmak mıdır? Ne dersiniz?

Bu arada merak edenler için adım adım ipuçları ve cevap aşağıda:

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Son adımda çarpı var. İşlem sırasına dikkat😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Çocuğun elindekilere dikkat😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Çocuğun ayakkabıları😊

.
.
.
.
.
.
.
.
.
.

Cevap:
Tek ayakkabı= 5
Çocuk+2 külah+2 ayakkabı=5+4+10=19
Külah=2
5+19×2=43

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

İNSANIN ANLAM ARAYIŞI – VICTOR E. FRANKL

30’un üstünde dile çevrilen ve 15 milyondan fazla satan başucu kitabı” yazıyor kitabın kapağında. Okuyunca bu başarıyı kazanmasının boşa olmadığını anlıyorsunuz.

Victor Frankl 1905 doğumlu Avusturyalı bir psikiyatr. Üçüncü Viyana Okulu ve Logoterapi kuramının kurucusu. Varoluşçu terapinin önemli isimlerinden biri.

Logoterapi ne derseniz; geçmişe odaklanan psikanalizin aksine daha çok gelecek üzerine, yani hasta tarafından gelecekte yerine getirilecek anlamlar üzerine odaklanan bir tedavi yöntemi diye açıklanıyor. Hastanın yaşamak için kendine bir hedef belirlemesi sağlanıyor ve bu hedefe ulaşma onda güdülendirici bir güç oluyor. Bu tabi çok genel bir tanım oldu, logoterapi, kitabın ikinci bölümünde daha detaylı (yaklaşık 50 sayfa) anlatılıyor.

Frankl’ın kitapları, konferansları, hocalık yaptığı farklı üniversitelerdeki başarıları ve dünyaya adını duyurmasının altında acı dolu bir hikaye var. Kendisi  1942-45 yılları arasında 4 ayrı toplama kampında yaşamak zorunda kalmış ve ailesini bu kamplarda kaybetmiş bir Yahudi. Babası tutuklandıktan bir hafta sonra açlık sebebiyle, annesi Auschwitz’de gaz odasında, 24 yaşındaki eşi ise farklı bir toplama kampında hayatlarını kaybetmiş.

Kitabın ilk bölümü Frankl’ın Auschwitz’in de içinde olduğu kamp günlerini, orada yaşanan açlık, hastalık ve zulmü, hayatta kalma çabasını anlattığı sayfalar. Bir psikiyatrın gözünden anlatılanlar, kamp sakinlerinin psikolojik durumlarıyla ilgili güzel saptamalar içeriyor. Kitabın bu bölümü; tutuklular, kapolar (tutuklular arasından seçilen görevliler), SS adamları ve kendi halini farklı kameralardan bize seyrettiren bir film gibi. Dehşet içeren bir filmi kanlı sahnelerle gözümüze sokmuyor ama verdiği öyle detaylar var ki dehşeti hissettiriyor.

Frankl kampa ilk girdiğinde yanında yazmaya devam ettiği kitabının sayfaları var. Bu notları orada tabii ki kaybediyor. Ama bir gün bu kitabı tekrar yazma amacını hiç kaybetmiyor ve kamp günleri boyunca kitabı için kısa notlar almaya çalışıyor. Hatta kendini üniversitede bir kürsüde ders verirken hayal ediyor.

1945 yılında dışarı çıkabildiğinde tekrar Viyana’ya dönüyor ve 9 gün içinde hedeflediği kitabı yazıyor. Yazmak onun iyileşme yolu oluyor.

İnsan bu sahneleri okurken gerçekten kanı donuyor. Dünyanın bir yerinde bu kadar zulüm yaşanırken başka yerlerinde insanlar normal hayatlarına devam etmişler, yemeklerini yiyip sıcak yataklarında yatmışlar, soğuk havalarda kalın giysilerle ısınmışlar. Şimdi de aynı şey olmuyor mu diyeceksiniz belki, evet maalesef oluyor😞 Hz. İsa’nın dediği gibi hiçbirimiz ilk taşı atacak kadar günahsız değiliz…

Kitabın ikinci bölümü, logoterapiyi anlatıyor demiştik.

Frankl’ın kamp günlerinde hayata tutunmasını sağlayan, hayatında gerçekleştirmeyi hedeflediği bir anlam bulması oluyor.

Kişinin yaşamda anlama ulaşması için 3 yol var diyor kitap.

  • Bir eser yaratmak ya da bir iş yapmak,
  • Sevgi (bir şey yaşayarak ya da bir insanla etkileşerek),
  • Acının anlamı (acı, anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor). Mesela Frankl “çektiğim acılar olmaksızın ulaştığım gelişim düzeyinin olanaksız olacağını biliyorum” diyor. Yani acısını artık acı olarak görmek yerine onu olduğu konuma getiren bir araç olarak görüyor da denebilir.

Kitabın bu kısmında anlatılan ve çok hoşuma giden “çelişik niyet” denen bir logoterapi tekniği var. Korkunun korkulan şeyi yarattığı ve aşırı niyetin arzulanan şeyi olanaksızlaştırdığı gerçeğine dayanıyor.

Örneğin; uykusuzluk korkusu, uyumaya yönelik aşırı bir niyete yol açıyor. Bu da kişinin uyuyamamasına neden oluyor. Bu korkunun üstesinden gelmesi için hastaya kendini uyumaya zorlamaması, tam tersi yatakta olabildiğinde uyanık kalmaya çalışması öğütlendiğinde ise hasta çabucak uyuyor. Yani uyumaya yönelik aşırı niyetin yerine, uyumaya yönelik çelişik niyet geldiğinde, hasta çabucak uyur diye anlatılıyor.

Bu yöntemin bazen de bilinçli olmadan kullanılabileceğini gösteren sevimli bir örnek de var kitapta;
Hayatı boyunca kekeme olan biri, 12 yaşındayken bir tramvayın arkasına asılıyor. Biletçi tarafından yakalanınca, kaçmanın tek yolunun biletçide acıma duygusu uyandırmak olduğunu düşünüp ona sadece zavallı bir kekeme olduğunu göstermeye çalışıyor. O an kekelemeye çalışmasına rağmen bunu başaramıyor. Ve hayatında kekelememeyi başardığı tek an işte bu an oluyor.

Kitap hem tarihsel olarak önemli bir döneme götürüyor bizleri, hem de şartlar ne olursa olsun her ortamdan başarıyla çıkılmasının mümkün olduğuna dair bir ışık yakıyor zihinlerimizde.

Bu arada kitabın genç okurlar için uyarlanan bir baskısı da var.

Kitaptan güzel bir sözle bitirelim:

Yaşamak için bir “neden”i olan kişi,
neredeyse tüm “nasıl”lara dayanabilir.

Nietzsche

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

KONU SADECE ARABA DEĞİL

İzlediği videodaki hızla giden araba, Selin’e dün gece gördüğü rüyayı hatırlattı.
“Tarık’la beraber bir arabada gidiyorlardı, arabayı Tarık kullanıyordu. Keyifle giderken bir anda hızlanıyor, Selin korkup yavaş gitmesini istese de Tarık onu dinlemiyor ve O yavaş dedikçe daha çok gaza basıyordu.”

Rüyayı hatırlayınca bugün uyandığında hissettiği gerginlik tekrar kapladı içini. Sabah anlam veremediği gerginliğinin sebebi anlaşılmıştı.

Rüyaya benzer haller ilişkilerinde defalarca yaşanmıştı. Tarık şoförlüğüne laf söyletmezdi. Selin’in ağzından çıkan “Biraz yavaşlar mısın?” lafı, ikisi arasında değişip Tarık’a “iyi kullanamıyorsun, biraz yavaşlar mısın?” olarak ulaşırdı adeta. Konu anlamsız bir tartışmaya döner, sesler yükselirdi ya da Tarık “istiyorsan sen kullan” gibi bir lafla konuyu kapatıp uygun gördüğü hızda gitmeye devam ederdi. Selin rahatsız olsa da bir süre sonra bir şey söylemek yerine konuşmamayı öğrendi.

O yıllarda Selin’in ehliyeti vardı ama araba kullanmıyordu. Aslında istese kendine bir araba alabilirdi, ama araba hevesi hiç olmamıştı. İşe servisle gidiyordu. Onun dışında da Tarık’ın arabası vardı. Dışarıda olduğu her dakika zaten beraberlerdi.

Şimdiyse arabası olmaması onu zorluyordu. İlk günler sudan çıkmış balık gibiydi sokaklarda. Toplu taşıma kullanmayalı uzun yıllar olmuştu. En son üniversitede binmişti otobüse, minibüse, metroya. Yeni açılan metro hatlarınıysa hiç bilmiyordu. İstanbul’a yeni gelmiş gibiydi. Doğup büyüdüğü bu şehri, 33 yaşında tekrar keşfediyordu.

Bazı günler nereye gittiğini bilmeden geziyordu sokaklarda. Genelde yalnız oluyordu bu günlerde. Arkadaşları vardı tabi ki, iş arkadaşları, okul arkadaşları, kuzenleri… Ama hafta sonları onlarla buluşma alışkanlığı yoktu uzun yıllardır. Şimdi bir anda arayıp “haydi hafta sonları müsaitim artık, buluşalım” demeye utanıyordu. Ayrıca yalnız olmak hoşuna gitmişti. Kimseyle uyumlanmaya çalışmadan, tek başına canının istediğini yapmakta henüz acemi olsa da, öğreniyordu.

Tek başına gezdiği bu günlerde bol bol insanları izliyordu. En çok da çiftleri… Kendince bir oyun geliştirmişti. Çiftlerin evli olup olmadığını ya da ne kadar süredir beraber olduklarını tahmin etmeye çalışıyordu. Bu oyunu, her zaman çantasında olan kitabını evde unuttuğu bir günde, bir şeyler içmek için oturduğu kafede bulmuştu. Biraz telefonuyla oyalanmış, ama şarjının azaldığını fark edince elinden bırakmak zorunda kalmıştı. Boş boş etrafına bakınırken arkasındaki masanın konuşmalarına kulak misafiri olmaya başladı. Bir kız ve bir erkek sohbet ediyorlardı. Burçlarından başlayan sohbet, sevdikleri filmlere, müziklere gelmişti. Büyük olasılıkla ilk buluşmalarıydı.

Yaklaşık 1 saat dinledi onları, hiç susmadılar. İlk başlarda konuşacak ne de çok şey bulunuyordu ilişkilerde. Sonra tanıma evresinin geçmesiyle, konuşma evresi de mi geçiyordu acaba?

İşte o günden sonra çiftlerle ilgili ilişki süresi tahminleri başladı Selin’in. Konuşma şekilleri, birbirlerinin yüzlerine bakma süreleri, masada ne şekilde oturdukları ya da yolda nasıl yürüdükleri, yan yanayken telefonla geçirdikleri süre gibi farklı kriterler geliştirdi zaman içinde. Oyunun sadece bir eksiği kalmıştı. Tahminlerinin doğruluğunu kontrol edebilmek. Çiftin yanından ayrılırken ilişki sürelerini öğrenebilmek bugünlerde en büyük hayallerindendi.

Son günlerde kendisiyle ilgili de bir hayali vardı, araba almayı istiyordu. Sokaklarda araba modellerine daha fazla dikkat eder olmuştu.

Sonraki birkaç haftada araba ilanlarına bakmaya başladı. Beğendiği ve bütçesine uygun bir model de belirledi hatta. Arabasının olması düşüncesi onu heyecanlandırıyordu. Heyecanın yanında, nasıl kullanacağı korkusu da vardı. Şoför koltuğuna sadece ehliyet aldığı dönemde oturmuştu. Ama bir arabası olmasını, şehirde istediği gibi hareket edebilmeyi istiyordu ve bir şekilde halledecekti.

O gece rüyasında kendini yine bir arabada gördü, bu sefer şoför koltuğundaydı. Ayakları pedallara yetişmediğinden, oturduğu koltukta iyice aşağıya doğru kaymış, önünü görmeden ilerliyordu. Kalp çarpıntısıyla açtı gözünü. O koltukta oturmaya acemiliğini iliklerine kadar hissettiği bir rüyaydı.

Araba konusu gündeminde olduğundan bu rüyayı gördüğünü düşündü.

*    *    *

Rüyalarımız günlük yaşadıklarımızdan, hayatımızdaki insanlardan motifler taşır. Bu şuna benzer; bir hikayenin anlaşılabilmesi için, genel olarak dinleyicisinin kelime dağarcığındaki sözcüklerden ve bildiği bir lisandan oluşması beklenir. Yazarın kendi uydurduğu kelimelerle bezenmiş bir hikaye, dinleyen için bir şey ifade etmez. Ya da sadece Türkçe bilen birine Çince hikaye anlatmak anlamsızdır. Rüyalarda da durum aynıdır. Rüya, görenin hayatından kesitler ve kişiler kullanır, çünkü anlattığı konu rüyayı gören tarafından anlaşılsın ister. Yani rüya kişiyle onun anlayabileceği sembollerle konuşur.

Selin, o günlerde hayatına daha geniş bir perspektiften baksa, araba alma motivasyonunun sadece istediği yerlere kolay ulaşmakla ilgili olmadığını görebilirdi. Yıllardır bir başkasına bıraktığı şoför koltuğu, aslında hayat içinde ilerlerken kendisiyle ilgili kararların alındığı bir makamdı. O, bu makamda uzun süre kendisi oturmamış, orayı bir başkasına tahsis etmişti.

Tarık’la ayrılmasından sonra ise koltuk boş kalmıştı. Oraya artık kendisi oturmak istiyordu. Bunun için hevesli ve heyecanlıydı. Aynı zamanda korkuyordu. Çünkü ne yapacağını çok da bilmiyordu. Hayatının şoför koltuğunda oturup o arabayı yolda ilerletmekte henüz acemiydi. Ama denemelere başlamıştı, öğreniyordu. İşte rüyasının göstermeye çalıştığı buydu.

Şoför koltuğuna başkasını oturtmaya alışan kişi o koltuğa geçmekten önce korkar. Hatta bazen gidenin yerine yeni bir şoför bulur. Şoför değişikliği bir süre iyi gelir. Ama sonra araba yine istediği hızda gitmemeye başlar. Çünkü pedallar ve direksiyon o koltuğun sahibindedir. Araba yan koltuktan kullanılamaz. Kullanmak isteyen cesaret edip şoför koltuğuna oturmalıdır. Eğer bir gün cesaretini toplayıp oturmayı başarırsa önce dizleri titrer. Bir anda usta şoför olunmaz. Ustalık için belirli bir zaman geçmesi, tecrübe kazanılması gereklidir. Acemilikle ilerlenen yollardan sonra gelir ustalık. Ne kadar süre sonra bilinmez, bir gün geriye dönüp bakıldığında, geçmişteki korkunun ne kadar anlamsız olduğu düşünülür. Çünkü acemilik bitmiş, ustalık başlamıştır. Usta olmanın şartıdır acemiliği unutmak.

İşte Selin bu acemilik dönemindeydi hayatında. Tarık’tan ayrılmak onun zannettiği gibi sadece bir ilişkinin bitmesi değil, hayatının şoför koltuğuna oturmuş yeni bir Selin’in doğmasıydı aynı zamanda. Ve doğumlar güzel olsa da sancılı olduğu aşikardı.

Senem Özkan
Şubat 2024

LOHUSA Filmi

Çok güzeldi…

Çok güldüm, arada ağladım, lohusalık günlerimi düşündüm, iyi ki yapmışım dediklerim geldi aklıma, keşke yapmasaydım dediklerim izledi onu… Birçok duygu ve düşünceyi ardı ardına yaşattı film 😊

Gupse Özay günümüz annelerinin durumunu çok başarılı yansıtmış filmde. Bir yandan ben her şeyi tek başıma yaparım, her yere yetişirim diyen tarafımızı göstermiş, bir yandan da ne kadar yorulduğumuzu ve zorlandığımızı, yardım almamak için gösterdiğimiz direnci.

Belki kadın olduğumdan, belki anne olduğumdan, belki de o dönem “ben lohusa değilim ki, iyiyim” dediğimden kendimden çok şey buldum sahnelerde.

“Oğlum doğduğunda sakin bir bebekti, rahat uyurdu, pek zorlanmadık” diye anlatırdım hep o günleri. Üzerinden birkaç sene geçtikten sonra o dönem fotoğraflarına baktığımda bu “zorlanmadım” iddiamın gerçekliğinden şüpheye düşmüştüm J Fotoğraflardaki halim pek de anlattığım gibi görünmüyordu. Gupse’nin filmdeki uykusuzluk halleri o fotoğrafları hatırlattı 😊

Gupse Özay kendi lohusalık döneminde yazmış bu filmi. Aslında birçok kadının gözünden lohusalığın nasıl bir süreç olduğunu başarılı bir şekilde göstermiş. Çağımız annelerinin evine bir kamera konulsa muhtemelen benzer haller seyrederiz. Bizim annelerimizin lohusalığı daha farklı yaşadıklarını tahmin ediyorum. “Ben hallederim, yardıma gerek yok” tavırlarımız için söylüyorum bunu.

Sadece anneler değil babalar da anlatılıyor tabi filmdeJ Baba olmadığım için nasıl bir his olduğunu bilmiyorum, bunu filmi izleyen babalara sormak lazım ama onların tarafından da durumu güzel anlatmış gibi geldi. Şaşkınlıkları, olaya dahil olmaya çalışırken ne yapacağını bilememe halleri çocuk sahibi olunan her evde yaşananlar sanki.

Film halen sinemalarda gösterimde. Seyretmenizi tavsiye ederim. Çocuğunuz varsa ona kavuştuğunuz ilk günleri hatırlamanız için, çocuk sahibi olacaksanız nelerle karşılaşacağınızı görmeniz için, çocuk istemiyorum diyorsanız kararınızın sonuçlarını daha mutlu yaşamanız için seyretmenizi tavsiye ediyorum 😊

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024

ASLINDA ÖYLE DEĞİL – AYLİN ALGUN

40’lı yaşlarında bir kadın ve bir erkek.
İkisi de eğitimli, meslek sahibi, toplumda kabul edilir pek çok etikete sahipler.

İstanbul’da yaşayan birbirinden habersiz bu iki kişi için kader ağlarını örüyor. Günün birinde meslekleri gereği ikisi de aynı televizyon programına davet ediliyor, tanışıyor, birbirlerinden etkileniyor ve sevgili oluyorlar.

Buraya kadar her şey çok romantik. Okurken bu romantizm ve aşkın heyecanına kapılıyorsunuz. Mehmet, yakışıklı, karizmatik, başarılı bir doktor. Ayça, hukuk mezunu ama aradığını yazarlıkta bulmuş güzel bir kadın.

Tam bu noktada kitabın kapağına göz atsanız, “Aşk sandığın, gerçekte zehirse…” lafını okuyup “aman boş ver, ne zehri, Serenay’la Kıvanç gibi bir çift işte” diyebilirsiniz. Ama yanılırsınız 🙂

Aşk kelimesinin Arapça sarmaşık kelimesi ile aynı kökten geldiğini biliyor musunuz? Zehirli sarmaşık olabileceği gibi, zehirli aşk da olabiliyor…

Günümüzde zehirli aşklara “toksik ilişki” diyoruz. Güzel bir aşk hikayesi olarak başlayan Aslında Öyle Değil, okurken gözlerinizin önünde toksik bir ilişkiye dönüşüyor. Bazen iyi başlar, kötü ilerler… Ayça ve Mehmet’in ilişkisi de bir iyi bir kötü ilerliyor.

Anlatılanlar o kadar hayattan ki. Belki kendi tecrübelerinizi hatırlatıyor size, belki şahit olduğunuz başka bir ilişkiyi, bir arkadaşınızı, akrabanızı…

Hikayeyi Ayça’nın ağzından dinliyoruz kitapta. Mehmet’le ilişkisinde yaşananları anlatırken hayatının önceki dönemlerine de dönüşler yapıyor ara ara. Böylece o gün yaşadığı konunun Ayça yönünden anlamını daha iyi kavrıyoruz.

Her bölümün sonuna “Kendime Not” adı ile eklenen sayfalar bulunuyor ayrıca. Bu sayfalar Ayça’nın yaşadığı ilişkiye ve olaylara dışarıdan bir gözle bakarak, daha objektif ve psikolojik değerlendirmeler yaptığı bölümler.

Nasıl ki bir arkadaşınızla bir araya gelirsiniz, yaşadıklarınızı anlatırsınız öncelikle. Karşınızdaki konuyu kavradıktan sonra da değerlendirmeler, tespitler kısmına geçilir. Kitap da tam bu seyirde gidiyor. Okuyucuya önce bir sahne seyrettiriyor, sonra o sahnenin belli anlarına döndürüp dikkatini önemli noktalara çekiyor, konuyu değerlendiriyor.

Futbol maçını izleyip sonra pozisyonları değerlendirmek gibi😊 Oradan yapılan çıkarımlar mevcut durumun tespiti ve ileride izlenecek yollar için nasıl çok önemliyse, kitabın “Kendime Not” kısımları da aynı derecede önemli. Çünkü Ayça’nın zayıf, güçlenmesi gereken yönlerini anlamamızı sağlıyor. Çok cesurca ve yol gösterici sayfalar…

Bu kitabı ocak ayında Kitap Kulübümüzde okuduk, konuştuk. Ve çok keyif aldık. Şu itirafı da yapayım tabii, zaman zaman Mehmet’e, zaman zaman da Ayça’ya kızdığımız oldu. Hikayenin okuyucuyu içine çekmesindeki başarısındandı tabi bu duygusal tepkiler.

Özetle, gönül rahatlığıyla tavsiye edeceğim bir kitap oldu “Aslında Öyle Değil”

Okursanız siz de kitapla ilgili yorumlarınızı yazın lütfen.

Sevgilerimle.
Senem Özkan
Şubat 2024